Yaman gelir yaman gideriz
Belediye tulumbacıları ile tulumbacılık askeri kisveden ayrılınca İstanbullular da semt semt, mahalle mahalle birer tulumbacı takımı kurdu. Artık hemen hemen her semtte bir tulumbacı ocağı vardı. Bu mahalle ocaklarında, semtin bıçkın delikanlılarından, göz dolduran gençlerinden oluşan pırıl pırıl tulumbacı takımları etrafa caka satıyorlardı. Ancak, askeriyedeki disiplin ne belediyelerdeki ne de mahallelerdeki tulumbacı teşkilatlarında vardı. Bir başıbozukluk hakimdi. Buralarda kendine özgü, kabadayılarda olduğu gibi kurallar geçerliydi. Ufak ve fakir semtlerde tulumba takımları, ya bir kahvehane köşesinde ya semt hamamının bir odasında veya bir esnafın deposunda tutulur, yangın çıktığında tulumba, hortum, kazma, kürek, balta, urgan gibi malzemeler alınarak müdahale edilirdi. Zengin muhitlerde ise tulumbacıların özel koğuşları bulunur, malzemeleri de özel oda veya depolarda tutulurdu.
Hangi mahalleden gelirse gelsin yangına koşan bu gençlerin tümünün müdahale sırasında kılık kıyafetleri benzer şekildeydi. Gerçi ilk zamanlar tulumbacılar yangına bir don, gömlek giderlerdi. Bunlar da tek tip değildi, alelade iç donu ile açık renklerdeki çeşitli gömlek ve fanilaları vardı. Sonraları don "Dizlik" denilen paça kısmı diz kapağı altından sıkma hususi bir şekil aldı, fanilalar formalaştı, aynı biçimde serpuş kullandılar, buna karşılık ayaklarından yemenileri tamamen atarak yangına kar ve buz üstünde bile olsa yalın ayak koşarlardı. Bununla da yetinmez, yangın yerlerinde yalazlanmış tahtalar, korlaşmış çiviler arasında yalınayak dolaşırlardı. Tulumbacılık hevesi, gençler arsında bir tutku halini almıştı. Öyle çelimsiz, mıymıy gençler tulumbacı ocağına alınmazdı. Bu da mahallenin gençleri arasında büyük bir rekabete yol açıyordu. Bu rekabet ve sıkı çekişme, zamanımızın futbol kulüpleri ve taraftarları arasındaki mücadeleleri bile geride bırakıyordu. Artık tulumba mahallenin, semtin sembolü, şerefi ve haysiyeti haline gelmişti. Yangına giderken ve yangın dönüşü naralar arasındaki koşular, yangını unutturacak kadar iddialı oluyordu. Bazen rakip tulumbacılar arasında kanlı dövüşler bile oluyordu. Mahalle tulumbacıları gençlerin yanı sıra arabacı, beygir sürücüsü, kayıkçılarla birlikte esnaflar, kalem efendileri, idadi talebeleri, yüksek mektep talebeleri, beyzadeler, paşazadeler de tulumbacı yazılıyordu. "Yangın var", "Yaman gelir, yaman gideriz" sesi duyulunca hepsi üzerlerindeki esvapları, üniformaları atıyor, dizliklerini çekip formalarını sırtlarına geçiriyor ve yalınayak tulumba sandığının kolu altına girerek yangına koşuyorlardı.
Tulumbacılık aslında bir tür kentsel kabadayılıktı. Mintanları, rütbe alametleri, kahvehane ve koğuş muhabbetleri, keçe külâh, yalın ayak ve dizlik fanila şahbazlığı, pırpırlığı ile zamanın gençlerini sarmış bir heves halini almıştı. Tulumbayı sırtlarında taşıyanlara uşak, tulumba takımının ağası ve yol göstericisine fenerci denirdi. Borucu, su sıkılan boruyu taşır ve alevlere su sıkardı. Kökenci ise borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar, hortumcu da hortumları kullanırdı.
Tulumbacıların reisi yangını haber veren köşklüye "Oğlan mı, kız mı?" diye sorardı. İstanbul yakası için "oğlan", Beyoğlu yakası için "kız" denirdi. İstanbul tulumbacılığının kısa bir zaman içinde zengin bir edebiyatı, türlü adetleri, merasimi, zengin bir tulumbacı argosu doğdu. Bunları da fırsat buldukça sizlere aktaracağız.